Konu: BELKİ DE... Yılmaz Erdoğan Çarş. Ocak 05, 2011 2:16 am
Çay bahçesini öyküleyen yalnız kadın, yanından geçip gidiyorum, haberin yok. Yanımızdan geçip gidenlerden hiçbirimizin haberi yok. Benim yörüngemde, O ’nunla karşılaşmak umudu var. Birden eli öpülesi bir rastlantı biter, belki çantası açılır, kağıtlar dökülür suya, ben toplarım, hemen verip gitmek ayıp kaçacaktır, şurda biraz oturulur, bazı mecburiyetlere şükran sunulur, kızın adı Şükran değildir, gözler gözlerle tanışır, falanlar filanlara hamiledir... Senin bunlardan haberin yoktur. Çay bahçesindesin ve garsonla göz göze gelmeme uğraşındasın. Canın çay istemiyor. Beni beklemediğin belli, ama benim beklediğin kişi olmadığım nerden belli? Belki benim 0. Düşünsene, seninle yürüdüğümüz yolun yanı kır, öte sinden tren geçiyor. Kondüktör, o tren sıradanlığının üstünde, o kan, o ter içinde bizi farkediyor. Ve akıp gidiyor hafızası.. Yıllar öncesi.. Mahallenin lacivert bulutu, kasabın kızı Nilgün... KONDÜKTÖR - Ne şirin komşu kızıydı Nilgün, Entarisinin göğsü geniş. Bi eğilse karşıki dağlar ereksiyonlara gark olacak. Çiçekli entari rüzgar beklentisin de. Entari yaşıyor be.. Çiçekler insan ağzı gibi güzel.. Nilgün ’ün pencereye çıkışı, perdeyi tam kapatmayışı ve hangi yönetmenin fantezisi olarak küçücük aralıktan şöbiyet profil sunuşu.. Nilgün, en güzel resimli boyama kitabıydı çocukluğumun sokağında. Bir hıyarla evlendi sonra kasabın kızı Nilgün. Zorla değil, gönül mecburiyetiyle. Et kokmayan bir ev özlemine sevda adını verdi.. Çiçekler döküldü entariden. Kapandı perdenin aralığı.. Işık perdeye çarptı.. Işık öldü.. Entari öldü. Kondüktörü bırakıyoruz kendi aksak ritmine. Yürüyoruz. Doldurmuşsun elimi elinle. Belediye otobüsündeyiz. Karşımızdaki koltukta, pişmanlıkları saçlarını kırlayan adam tuhaf bakıyor sana. Göziçine... PİŞMANLIKLARI SAÇLARINI KIRLAYAN ADAM - Tuhaf şey... Saçlarının kıvırlığı aynı Nezihe. Kaşaltından gülüşü say ki Nezihe’ nin kıkırdaması.. Niye yalan söyledin be Nezihe? Niye? Fazıl benim arkadaşımdı. En yakın. Gözüme kan otursa O’na sorardım. En rahat O’ndan isterdim cıgarayı. Büyük oğlumuz Rıfat öldüğünde önce Fazılı aramamış mıydım? Önce O’na ağlamıştım sonra kendime.. Sen ve Fazıl.. Dölyatak oldunuz Nezihe.. O gün, hiç sevmediğin, zemheri karanlığı dediğin sokağımızın köşesine büzdüm kendimi. Kışkıyamet bir akşam, hatırlarsın. Kar suyu karıştı gözüm yaşına... Artık kovuyorum biliyor musun, yanıma insanca sokulan sokak köpeklerini.. Hiç bilemedim ama Nezihe, niye?... Tuhaf şey... Saçlarının kıvırlığı aynı Nezihe.. Tuhaf şey... Yollar sabır çağrıştırıyor. Belki eşya, sabrın tortulaşmasıdır. Yürüyoruz. Bir camii hüznüne düşüyor yolumuz. Avlusunda yan yana dizili tabutlar. Ölenler şöyle... Bir manifaturacı. Dükkandan arkadaşları getirmişler eve. Gözlükleri kayıp. Bulunamadı. Bir kadın, tırnaklarının arasında hamur. Sonuncusu trafik kazası.. Ölen genç, geriye kalanların hepsi ihtiyar. Buna rağmen, hala yürüyebiliyoruz seninle. Ne yani biz de mi ölelim diyoruz. Kimse yanıt vermiyor. Yürüyoruz. Biraz kulak kesilip dinliyoruz. Konuşmalar, konuşmalar.. Çay bahçesindeki kadın, seninle ışıkları söndürmek de mümkün. Kendimi sana anlatma çabası, çayın demi kadar içten.. Ve sancılarıma ortak etmek seni.. Havar, demek sana, Havar ki ucunda ölüm var. Sarı saçların, köpüklü gibi sanki, uzun.. Onlara, misal, Halepçe ’yi anlatmak. Adının Kürtçe’deki anlamını soruyorsun bana.. Hatırlamıyorum. Havar, diyorum sadece. havar ki ucunda ölüm var. Soykırımlarda dul kalır geceler, türkü olurlar. Ama senin haberin yok. Sıralarını savarlar, sır olurlar. Ruhun duymaz, maneviyatın üşümez... Çay bahçesindeki yalnız kadın, sana bakışımdan ekşime! Gözlerindeki firar boşuna. Zamanın koynunda sakladığı yaşanılasıların yanından geçip gidiyoruz. Hiç düşündün mü belki’yi? Belki eline en yakışan takı benim elim. Belki de en belli olacak yalan benim söyledğim.. belki sen ve belki ben.. belki yıllar sonra.. tuhaf şey.. saçlarının kıvırlığı aynı Nezihe… Yılmaz Erdoğan 1989